Berkin Elvan’a…
Çocukluğu tek boyutlu bir kategori ya da belli sayısal sınırlar içerisinde, evrensel tanımlara sıkıştırmak mümkün değil. Çocuk deyip geçmek de…
Feodalizmden kapitalizme geçiş dönemiyle birlikte şekillenen ve yeni ekonomik ve toplumsal yapıya uygun bir biçim almaya başlayan çocukluk, kapitalist dünyada artık yetişkinlerden ayrılmış, onların dünyasından koparılmış bir durumda. Eğitilmesi ama aynı zamanda korunup kollanması gereken bir varlıklar artık.
Kapitalizm gelişirken özellikle işçi sınıfı ailelerinin çocuklarının emek gücünden fazlasıyla yararlanmış, çocukların emeğini sömürmüştür. Ancak makineleşme ve kapitalizmin gelişimi ilerledikçe kadınlar gibi çocuklar da üretim alanının dışına itilmeye başlanmış ve tam da bu yeni üretim biçimin ihtiyacını karşılamak, nitelikli iş gücü oluşturmak için çocuklar okula gönderilmeye başlanmıştır. Bunun sağlanabilmesi için de işçi sınıfının uzun süren mücadeleler vermesi gerekmiştir.
Çocuklarla ilgili olayları sistemin içinden bakarak analiz etmek, çocukları “görmemizi” kolaylaştırabilir. Bunun için yüzümüzü çocuklara dönmemiz, onlara biraz yakında bakmamız gerekir.
Çarpık çocuk algısı
21. yüzyılın ilk çeyreğinden geçmişe baktığımızda, bugünkü çocuk algısının aslında geçmiştekinden “çok da farklı” olmadığını görürüz. Bugün patriyarkal kapitalizmin egemenliğindeki dünyada bunların yanında daha birçok egemenlik ilişkisi var elbette. İnsan merkezli düşüncelerden kimi kültürel hegemonyalara… Ancak genellikle görmediğimiz bir hiyerarşik ilişki de vardır ki bu: Yetişkin ve çocuk arasındaki ilişkidir. İkisi arasındaki ilişki “doğal” olarak asimetriktir. Bir tarafın birçok açıdan gelişmemiş olması öbür tarafın kullanabileceği bir “eksikliğe” dönüşmüştür. Çocuk algımız da buralardan şekillenir. Kapitalizm koşulları içerisinde çocuklar, ne kadar da sevilen varlık, evin neşesi olarak sunulsalar, ezilir ve görülmezler. Varlıklarının kabul edilip sözlerinin dinlenmesi, fikirlerinin dikkate alınması için “büyümeleri” beklenir.
Çocukluk algısı tarih boyu değişmiştir. Günümüzde, uygarlığın geldiği aşama hep yüceltilse de çocuklar için bu durum pek de değişmemiştir. Çocukların çıkarları ve yaşamları açısından baktığımızda, bu çıkarların çoğunlukla belli kesimlerde sağlandığını görürüz. Ama yoksul ya da zengin, hangi sınıftan olursa olsun bütün çocuklar, onlara yönelik genel algıdan, ihlal ve istismardan, çeşitli boyutlarda etkilenirler.
Hâkim olan çocuk algısı, onların “pasif, yönlendirilmesi gereken, cahil, masum” alıcılar olduğu yönündedir. Kişi olarak kabul edilmez, yetişkinlere yapışık canlılar olarak ele alınırlar. Toplumsal yaşamın içinde sadece nüfus olarak bile oldukça büyük bir alanı kaplayan çocuklar birey olarak görülmezler. Onlar, geleceğin anneleri, babaları, işçi ya da patronları olarak yetiştirilirler.
Çocuklar, toplumda iktidara katılamayan, yönetimlerde söz sahibi olamayan, oy kullanamayan; kendi yaşam şartları ve geleceği ile ilgili söz hakkı taşımayan; koşullarına müdahale edemeyen ve bu nedenle ailenin ve devletin “malı” sayılan varlıklardır. Özne değil nesnedirler.
Ancak aynı çocuklar, öznesi olmadıkları toplumun bütün koşullarını paylaşırlar, deneyimlerler. Çocukların, yaşamdan ve haklardan aldıkları payı; ailelerinin aldıkları pay belirler.
Diğer taraftan da çocuklar, “gelecek nesil” söylemi içerisine sıkıştırılır ve bütün bir toplumun sorumluluğunu yüklenmeye zorlanarak şekillendirilirler. Sınavları geleceği için geçmelidir, okula geleceği için gitmelidir, o oyunları geleceği için bırakmalı o kursa geleceği için gitmelidir…Oysa çocukluk, şimdiyle ilgilidir. Çocuklar, şu anda çocuklar.
Patriyarkal ailede çocuk, bir yandan ailenin devamlılığının garantisi işlevi görür öbür yandan kadının özel alana daha fazla hapsolması için bir gerekçedir.
Aynı çocuklar, en çok ulus devletlerin yapısını güçlendirmek için araçsallaştırılırlar. Ulusal bayramlarda şiirler, marşlar ezberletilir; askeri yürüyüşlere katılmaları, mensubu oldukları millete yönelik güzel sözler etmeleri sağlanır. Burada en fazla nesneleştirmeye yoksul çocukları maruz bırakılır. Türkiye’de cumhuriyetin kurulduğu dönemde yürütülen çocuk politikalarına bakmamız yeterlidir. Çalışkan, vatanına bağlı, zeki Türk çocukları yetiştirilmelidir. Eğitimden dergilere, reklamlardan tutalım da spora kadar hemen her şey bunun üzerinden ilerlemiştir. Bütün bir ulusun, devletin “geleceği”, çocukların sırtına yüklenir.
Bu noktada çocukların, devletler tarafından nesneleştirilmeleri sadece ulusal anlamda gerçekleşmez. Çocuklar, daha birçok “politikaya alet edilip”, dini ya da askeri açılardan da nesneleştirilirler. Güncel anlamda da çocuklar üzerinden ayrıca ilerletilir rejim politikaları. Hakim rejim ideolojisinin toplumsallaştırılması için çocuklar “kullanılır”.
Öte yandan patriyarkal ailede çocuk, bir yandan ailenin devamlılığının garantisi işlevi görür öbür yandan kadının özel alana daha fazla hapsolması için bir gerekçedir. Toplumsal olarak, çocuğu olan kadının artık evde kalması, çocukla ilgilenmesi, onu en iyi şekilde yetiştirilmesi beklenir. Görünmeyen, karşılıksız ev emeği çocuğun varlığıyla birlikte katlanır. Burada çocuk başta babanın sonra da devletin “malı”dır. Keza boşanma sürecinde paylaşılacak “mal”lar arasında çocuk da vardır.
Bu, çarpık çocuk algısı öylesine yerleşmiş ve kurumsallaştırılmıştır ki, bilinçli bir yönelim olmadığı sürece değiştirilmesi çok zordur. Sistemin rendesinden geçmiş güdük bilinçlerimiz her daim çocuğu kalıba sokma, ona müdahalede bulunma refleksini, yönelimini taşır.
Bütün bunların içerisinden baktığımızda, çocuk ya da çocuğun tanımını yapmanın oldukça zor olduğunu da görmüş oluruz. Ama genel manada söyleyecek olursak birçok egemenlik biçimi etkili olmakla birlikte, çocuk ve çocukluk tamamen politik konular. Ve evet, sınıfsal.
Bütün çocuklar aynı şartların içerisine doğup büyümezler. Tüm insanların, yaşamın çocukluk evresinden geçmiş olması, çocukluğu, eşit bir kategori yapmaz.
Bir çocuğun, hangi sınıfın içine doğduğu onun çocukluğunu, bu çocukluğu yaşama biçimini, potansiyelinin ne kadar açığa çıktığını ya da çıkmadığını, ne kadar süre çocuk kalacağını büyük oranda belirliyor. Burjuva ya da üst orta sınıf bir aileye doğan bir çocuk uzun süre çocuk kalabilirken; işçi sınıfından bir aileye doğan çocuk çok küçük yaşlarda çocukluktan çıkmak zorunda kalabiliyor. Hangi çocukların okula aç gittiğini, en çok hangi çocukların çalışmak zorunda kaldığını ya da cinsel istismara maruz bırakıldığını düşünürsek daha net görülebilir…
Üst sınıftan ailelere doğan çocuklar asla hak ihlallerine maruz bırakılmazlar, onlar çocukluklarını diledikleri gibi yaşarlar demek değil bu. Şu demek: her çocuk, çocuk olmaktan kaynaklı ezilir, yetişkinle dünyasında türlü türlü ihlale maruz bırakılır. Ama sınıflı toplumda, hele de sınıflar çatışmasının bunca şiddetlenip aradaki uçurumun arttığı bir dönemde, alt sınıftan çocuklar bunların en ağırlarını, sürekli olarak yaşarlar. Burada taraf olduğumuz şey, çocukların tamamı ama egemen sınıfa karşı çocukların tamamı. Ve evet, öncelikle işçi sınıfından, yoksul ailelerden olan çocuklar ve onların çıkarları.
Çünkü “bütün çocukların eşit olduğu” çünkü çocuk oldukları söylemi, liberal, romantik bir “kurmaca”dan ibarettir. Bütün çocuklar aynı şartların içerisine doğup büyümezler. Tüm insanların, yaşamın çocukluk evresinden geçmiş olması, çocukluğu, eşit bir kategori yapmaz.
Öyleyse, bugün çocukların yaşadığı sorunları, işçilik, cinsiyetçilik, istismar, eğitim, anadili, sağlık haklarında ihlal vb., toplumsal sistemden bağımsız olarak düşünemeyiz. Çocukluk politik bir meseledir. Onu politik bağlamından kopararak ele almak, var olan eşitsizliği görmezden gelmek ve devamına göz yummak anlamına gelir. Bu noktada, çocuklardan yana bir politika ve dünyanın inşasına geçmeden önce, çocuk haklarına bakmak gerekiyor.
Çocuk hakları üzerine
Çocuklar bir tarafında durdukları karmaşık toplumu yansıtan önemli bir kesimi oluştururlar. Çocuklar da toplumdaki heterojen bir gurubu oluştururlar.
Aynı çocukluk, tek bir döneme ait, sabit bir biçim ya da deneyim de değildir. Çocuk terimi, genellikle düşünüldüğü gibi kronolojik değil hiyerarşik, egemenliklerle ilişkili bir terimdir. Ve aslında çoğunlukla çocukluk tutarsız ve çarpık bir inşadır. Çocuklar da genellikle “yetişkin olmayan” olarak görülürler. Negatif tanımlanırlar.
Oysa çocuklar bu toplumun parçaları olan bireylerdir. Her biri, kendi çocukluk dönemini özel olarak deneyimler. Keskin yaş sınırlarından ziyade çocukluk, bir süreçtir. Yaşam içerisinde, insanın kendini gerçekleştirme olanak ve potansiyellerinin en yoğun olduğu özgül dönemdir. Bu olanaklar ne kadar iyi, çeşitli olur ve kullanılırsa çocuğun özneleşme, kendini gerçekleştirme olasılığı yükselir.
Çocuklar, sadece çocuk oldukları için ihmal ve istismara uğrar, yoksul ve yoksun bırakılırlar. Haklarının olması, onları bu eşitsiz sistemin içerisinde çocuğu kısmen de olsa korur, güçlendirir, özneleşmesinin önünü açar.
Bu noktada, yetişkin ve çocuk arasındaki ilişkiyi “dengelemek” için özel olarak dikkat etmek gerekir. Çocuğun çocuk oluşunu desteklemek ve ezilmesini engellemek için yetişkinlerin bilinçli biçimde kendilerini sakınmaları, adımlarını çocuğu merkeze alarak atmaları gerekir. Aksi halde bu çarpık ilişki biçimi sürüp gider.
Bugün paternalizmin kıskacında sıkıştırılan çocuklar, neredeyse hiç görülmez, söz söyleyemezler. Onların hakları olduğunu bilmek, çarpık çocukluk anlayışı ve eşitsiz ilişkiler içerisinde, çocuktan yana durup onların tarafından bakmamızı bir nebze olsun kolaylaştıracak ve çocukların da özne olduğunu kabul etmemizi sağlayacaktır.
Çocuk hakları oldukça karmaşık ve çok parçalı, başlıklı bir konudur. Bunu genel olarak böyle adlandırırken, sınırlamamaya özen göstermek, kesinlikler çizmemek ve bütünlüklü bakmak önemlidir.
Çocuklar, sadece çocuk oldukları için ihmal ve istismara uğrar, yoksul ve yoksun bırakılırlar. Haklarının olması, onları bu eşitsiz sistemin içerisinde çocuğu kısmen de olsa korur, güçlendirir, özneleşmesinin önünü açar. Yetişkin olmadan birey sayılmadıkları dünyada, çocukluklarının içerisinde haklarının olması ve bunların korunması, çocuğun üstün yararı gereği önemlidir.
Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi
Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi, çocukların hak ve özgürlüklerini en geniş çerçevede, kapsamlı biçimde ele alan uluslararası bir sözleşmedir. Sözleşme, Birleşmiş Milletler(BM) tarafından, 20 Kasım 1989’da benimsenmişti. O tarihten sonra, dünyada en fazla ülke tarafından imzalanan belge olma özelliğini taşımaktadır.
Sözleşme ilk olarak, 18 yaşın altındaki herkesi çocuk olarak kabul ediyor. Tüm çocukların, en iyi biçimde yaşayıp kötü muamele ve istismara maruz kalmadan, yoksulluk ve yoksunluk çekmeden bir çocukluk geçirmesini hedefliyor. Ve genel olarak çocukların sağlıklı ve özgür birer birey olarak yetişmesini amaçlıyor. İmzacı olan bütün ülkelere de taşıdığı maddelerle birlikte bu yükümlülükleri veriyor.
Ancak bu yükümlülüğün uygulanması noktasında sözleşmenin herhangi bir yaptırımı yok. Bu durumda da devletler, çocuk haklarını gözetmek ve bu noktada iyileştirici adımlar atmak yoluna girmiyor. Bunca ülke imzacı iken çocuk hak ihlallerinin korkunç boyutlarda olması da aslında, sözleşmenin ne kadar uygulandığı konusunda açık bir gösterge.
Çocuk hakları konusu, diğer birçok konuda olduğu gibi, sadece yasalar ya da sözleşmeler ile çözülebilecek bir sorun değil. Elbette bu sözleşme çocukların haklarının korunması konusunda önemli, vazgeçilmez bir dayanak ancak tek başına yeterli değil. Sözleşmenin kabul edilmiş olması onları birey, özne yapmıyor. Kendiliğinden hakları korunur olmuyor.
Toplum yaşamında çocuğu doğrudan ya da dolaylı ilgilendiren tüm etkinlikler ve düzenlemeler çocuğun yüksek yararı gözetilerek yapılandırılmalıdır.
Şöyle düşünebiliriz: Avrupa ülkelerinin tamamı ÇHS’nin imzacısı. Her durumda çocukların üstün yararını gözeteceklerini, ayrımcılık yapmayacaklarını söyleyen sözleşmenin tarafılar. Ama aynı devletler, ki savaşların ana kaynağıdırlar, savaştan kaçan çocukların sınırlarda, denizlerde boğulmasına öyle ya da böyle göz yummuyor mu? Bizzat gelişmiş kapitalist ülkelerin büyük sermayelerinin işletildiği ülkelerdeki fabrikalarda, madenlerde, tarlalarda çocuklar işçi olarak çalıştırılmıyor mu? Bu tıpkı, iklim zirvelerine, iklime en büyük zararı veren dev şirketlerin sponsorluk yapması gibi. İki yüzlü ve sadece kendi çıkarı odaklı. Yani, kapitalist sistemin gerçekliği. Tam da bu kapitalizm, yaratılan çocukluk algısından yüksek oranda çıkar sağlar. Onlar üzerinden sonsuz piyasalar yaratır, emeklerini ya da bedenlerini sömürür, yeri geldiğinde “masumiyetleri” üzerinden toplumun vicdanına seslenir…
Bu noktada daha önemli olan, ilk etapta yetişkinlerin ve devletlerin çocuklar konusundaki çarpık algı ve tutumlarını değiştirmeleri ve esasen de çocukların üzerinden çıkar elde eden tüm sistemlerin, egemenlik biçimlerinin köklü şekilde değişmeleri. Bu olmadığı müddetçe yasalar sınırlı kalacak ve etki düzeyleri düşük olacaktır. Yasa önemli olmakla birlikte yalnızca bir ilk adımdır. Bunun toplumsal olarak içselleştirilip uygulanır, gözetilir olması, anayasal güvenceye alınması gerekir.
Çocuk haklarına saygı gösterilmesi, korunması ve geliştirilmesi konusunda en kapsamlı referans belge niteliğindeki ÇHS temelde, her çocuğun en iyi biçimde yaşamasın, doğuştan ve çocuk olmaktan kaynaklı sahip olduğu olanakları tam anlamıyla gerçekleştirebilmesini güvence altına almayı amaçlar. Bu amacına ulaşmak için, doğrudan ya da dolaylı olarak çocukları ilgilendiren bütün etkinliklerde çocuğun yüksek yararının temel alınmasını şart koşar. Dolayısıyla toplum yaşamında çocuğu doğrudan ya da dolaylı ilgilendiren tüm etkinlikler ve düzenlemeler çocuğun yüksek yararı gözetilerek yapılandırılmalıdır.
Hakların korunmasındaki ana engellerin başında, çarpık çocuk algısı geliyor. Yetişkinler ve temelde devletin, çocuklarla ilgili hiyerarşik düşünme ve davranma biçimleri değişmediği, çocuklar “korunması gereken masumlar” olarak değil de toplumun parçası olan, etkilenen ve etkileyen olarak görülmediği sürece çocuk hakları korunmayacaktır. Burada kapitalizmin, var olan çarpık ve tutarsız çocuk algısından, modern çocuğun aile içinde yerleştirildiği konumdan ve çocuk emek gücünden sağladığı çıkarları göz önünde bulundurmadan çocuk haklarının uygulanmamasına açıklama getirmek zor olacaktır.
Çocuklar elbette sadece etkilenen nesneler değildirler. Aynı zamanda her biri ayrı ayrı etki ederler, kendi durdukları yerden, güçleri oranında… Edilgen bir yapıya sokulmak istenseler de, bunların dışına çıkmak için ellerinden geleni yaparlar. Ama çocuk politikaları bunu doğrudan etkiler, belirler. Hele de Türkiye gibi bir “kayıp çocuklar ülkesi”nde…
Türkiye’de çocuk olmak
TÜİK’in 2021 verilenine göre çocuklar, Türkiye nüfusunun yüzde 26.9’unu (yaklaşık 23 milyon) oluşturuyorlar.
Sadece, genel nüfus içerisinde kapladıkları alan açısından bile son derece önemli bir katman olan çocukların ülke içerisindeki yerine bakabilmek için farklı noktalardan tartışmak gerekir. Hem devletin çocuk algısı hem sermayenin çocuklara yaklaşımı; bunlar üzerinden şekillenen kurumların – aileden tutalım da eğitim kurumlarına kadar- çocukları nasıl paternalizm ve kapitalizm kıskacına alındığını gösterir.
Ülkemizde inşa edilmeye çalışılan faşist rejim, özellikle de içine girdiğimiz seçim sürecinde adım adım kurulmaya devam ediliyor. Bir yandan savaş, şiddet ve çatışma politikaları artarken öbür yanda sansür ve baskı işletiliyor. Ezilmiş, yenilmiş, sinmiş, yoksulluktan kırılan bir halkın üzerine inşa etmek derdindeler faşizmi.
Faşist bir rejimin inşası yolunda ülkeyi krizler çukuruna, uçuruma itiyorlar. Ekonomik kriz ve faşizmin ihtiyaç duyduğu toplumsal çürümenin geldiği boyut herkesi malumu. Bu atmosfer, çocukları doğrudan, en ağır biçimlerde etkiliyor.
Yoksulluk en çok çocukları vuruyor
Derinleşen yoksulluk çocukların yaşamını her koldan zorlaştırıyor. İhmal ve istismarın, hak ihlallerinin önünü açıp bunların yoğunlaşmasına zemin hazırlıyor. Ekonomik krizin, halkın büyük çoğunluğunu kırıp geçirdiği, pahalılık ve zamların günlük yaşamı giderek daha da zorlaştırdığı bir ortamda girdiğimiz kış koşullarında yoksulluğun acısını en çok çocuklar çekiyorlar.
Kapitalist sisteme içkin olan ve sistem var olduğu sürece yeniden üretilecek olan yoksulluk, bugünkü krizler ortamında daha da derinleşiyor. Bu da çocuklara işçilik, ihmal, eğitimden kopuş, açlık, gelişim sorunları, sağlık problemleri olarak dönüyor.
Haneye giren gelir azaldıkça çocukların payı da azalıyor. Barınma, ısınma, beslenme, ulaşım gibi temel ihtiyaçlardaki fiyat artışları katlandıkça çocukların evdeki besini, okuldaki ihtiyaçları kısılıyor. Faturayı ödemek zorunda olan bir işçi ailesi, çocuğunun besin ihtiyaçlarından kısarak günü geçirmeye çalışıyor. Kirayı zor ödeyen bir ebeveyn, çocuğunu okula gönderirken çantasına ancak yarım simit koyabiliyor.
İki yıl öncesinin rakamlarına göre en az 8 milyon çocuk yoksulluğun pençesinde. En az 2 milyon çocuk okula aç gidiyor. Bütün günü su içerek geçiriyor.
Bu yoksulluk cenderesi, çocuk işçiliğin de doğrudan sebeplerinden. İşçilerin ve emekçilerin çocukları işçileşiyor. Ve sermaye sınıfı bu yolla hem daha da zenginleşiyor hem de çocuklar en küçük yaşlarından itibaren çalıştırarak işçiliğe, sonsuz bir yoksulluğa mahkûm ediyor. Haneye giren gelir azalıp yoksulluk arttıkça çocuk işçilik artıyor. Çalışan çocukların çoğu “okul ihtiyaçlarını karşılamak”, “ailesine destek olmak” için çalıştığını söylüyor.
Neredeyse hiçbir hak ihlalinde süreç çocuk yararına işletilmiyor, yüksek yararı gözetilmiyor hatta çocuk asli kusurlu ilan ediliyor.
Halkın vergileri ile oluşturulan bütçe, savaş ve seçim politikalarına, sermaye ve şirketlere harcanıyor. İşçi sınıfı, emekçiler ve halkın tamamı ağır vergiler, yüksek fiyatlar altında ezilirken büyük sermaye gruplarının milyon dolarlık vergi borçları bir kalemde siliniyor. Bütçe dağıtılırken halkın, işçi sınıfının net çıkarları düşünülmediği gibi; eğitim, sağlık gibi temel ihtiyaçlara yönelik harcamalar da giderek kısılıyor. Çocuklara duyarlı bir bütçe olmadığı gibi, çocukların en temel ihtiyaçlarını karşılayan bir bütçe de olamıyor!
Çocukların başlarına gelen her kötülükte mağdur olmalarına rağmen sürekli suçlanmaları, sözlerine inanılmamaları, güvenecekleri bir yetişkin bulamamaları, toplumdaki çarpık çocuk algısı ve cezasızlık politikaları sebebiyle her türlü hak ihlali katlanıyor, yaygınlaşıyor.
Çocukların cinsel istismarı giderek artıyor. Savcılıklara yapılan cinsel suç başvurularının büyük bir bölümü çocuklara yönelik işlenen cinsel suçlardan oluşuyor ve çoğunluğu cezasızlıkla sonuçlanıyor. Çocuklar çoğunlukla aileden bir erkeğin, komşularının istismarına maruz bırakılıyorlar ama “kutsal aile” perdesi bu suçların üzerini kapatıyor.
İhmalden kaynaklı ölümler, yaralanmalar ya da sakatlanmalar tekil olaylar gibi görünse de aslında çocukların görülmemesinin bir sonucu olarak ortaya çıkıyor.
Neredeyse hiçbir hak ihlalinde süreç çocuk yararına işletilmiyor, yüksek yararı gözetilmiyor hatta çocuk asli kusurlu ilan ediliyor.
Kürt çocukları savaş ve çatışma koşullarından ağır biçimde etkileniyor; her yıl en az bir çocuk zırhlı araç çarpması sonucunda hayatını kaybediyor. Bütün bu ölümlerin failleri cezasız bırakılıyor.
Türkiye’nin çocuk haklarıyla ilgili yükümlülüklerini yerine getirmemesi yalnızca bunlarla sınırlı değil. Ülke, çocuklar için tam bir “haksızlıklar” ülkesi. Türkiye’nin, Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin ana dil, azınlık ve etnik köken tanımlamaları geçen 17, 29 ve 30. maddelere çekince koyduğunun da altını çizmek gerekir. Kürtler ve Aleviler başta olmak üzere diğer tüm halk ve inanç topluluklarından çocuklar anadillerinde konuşamıyor, egemen dini öğrenmek zorunda bırakılıyorlar. Kürt halkına karşı yok etme politikaları çocukların hiçbir hakkının korunmaması olarak geri dönüyor. Alevi inancı başta olmak üzere ülkedeki farklı inançlardan ailelere doğan çocuklar, zorunlu din derslerine tabi tutularak açıkça hak ihlaline maruz bırakılıyorlar.
Halihazırda yürütülen egemen çocuk politikası, kapitalizm ve patriyarkal ailenin, genel olarak da yetişkinlerin çıkarları üzerinden şekilleniyor. Ülkemizdeki çocukların yarısından fazlası diğer pek çok sorunla birlikte bir de bunlarla baş ederek çocukluk geçirmeye çalışıyor.
Neden bir çocuk politikası?
Kapitalizm, insanlığı sistemle bütünleştirmek için, toplumun bütün damarlarına nüfuz eder. Oralara yerleşir ve kendi varlığının devamı için ihtiyacı olan toplumu her an yeniden üretir. Bu döngüde çocuklara özel olarak yönelir. Çünkü onlar, hem daha “korumasız ve şekillendirilmeye uygun” hem de etkilenmeye açıktırlar. Bu sisteme patriyarkayı da eklediğimizde, çocukların dört bir yanının çevrelendiğini görürüz.
Çocuk politikasına dair düşünmeye, adımlar atmaya ihtiyacımız var. Çocuklara karşı sorumluluğumuz var. Sadece onlar için değil onlarla birlikte bir değişimin, yeni yaşamın yollarını arayıp bulabiliriz.
Eğitim sistemi, egemenlerin elindeki en büyük ideolojik aygıttır. Çocukları, on yıllarca, kendi öğretileri, yaşam biçimi, gereksindiği yetenek ve niteliklere göre donatır. Fikirlerini şekle sokup yaratıcılıklarını kendi kanallarında eritir. Bir çocuğun hangi okulda kimlerle okuyacağından ne giyeceğine, ne yiyeceğinden hangi sosyal aktiviteleri yapabileceğine kadar her şeyi biçimlendirir. Sistem, çocuk üzerindeki politikalarının çok yönlülüğü ve derinliği ile istediği gelecek nesli yaratmaya çalışır. Neslini, toplumsal olarak inşa eder.
İşte tam da bu, sistemin devamı odaklı, eleştirel, yaratıcı ve özgürleştirici olmayan, yetişkin bakışına sahip; biçimlendirici çocuk politikasının karşısında duracak bir çocuk politikasına ihtiyacımız var. Egemen ideoloji karşısındaki mücadelemizin önemli bir boyutu da çocuklar olmalıdır.
Ülkemizde çocuklar, yalnızca istismarları ya da değişen eğitim sistemleri gündeme geldiğinde; refleksif ve yüzeysel olarak konuşuluyor. Bu durum genellikle, çocuğu korumaya yönelik panik halinin etkilerini taşıyor ve kısa süre içerisinde yitip gidiyor.
Oysa bugün, “başka bir dünya mümkün” tahayyülünü zihinlerinde taşıyan ve bunun için mücadele eden tüm toplumsal yapıların çocukların yararına, bütüncül bir dönüşümün peşine düşmesi gerekiyor.
Bunu yaparken ama, çocuğu “gelecek günlerin” kalıplarına hapsederek değil; şimdinin öznesi olarak görmeliyiz. Çünkü çocuk, salt gelecekle ilgili değildir. Biz ona bir tek geleceği görürüz. Ama çocuk, şimdidedir. Onlar şimdinin bireyleri olmalı ve bugün de yarın da haklarına erişebilmelilerdir.
Bütünlüklü, hak temelli çocuk politikası (eğitim, sağlık, sanat, dil, edebiyat…) ihtiyacı, bugünün toplumsal mücadelesinde önemli bir açıktır. Ve inşasına şimdiden giriştiğimiz zaman, var olanı eleştirmekle kalmayıp yeniyi denediğimiz, eskinin içinde nüvelerini yeşerttiğimiz ölçüde kendini var edecektir.
Bu politika, “daha acil sorunlar” nedeniyle geriye itilemez ya da “olsa güzel olur ama bu toplumda zor” yaklaşımının hâkimiyetine bırakılamaz. Zira çocuklar da bizimle birlikte eziliyor, yoksullaşıyor, ihmal ve istismara maruz bırakılıyor; savaşta ölüyor, yaralanıyor, mülteci olarak yollara düşüyor; işçileşiyorlar.
Çocuk politikasına dair düşünmeye, adımlar atmaya ihtiyacımız var. Çocuklara karşı sorumluluğumuz var. Sadece onlar için değil onlarla birlikte bir değişimin, yeni yaşamın yollarını arayıp bulabiliriz. Yüzümüzü çocuklara dönüp onları görür ve duyarsak, onlara ve potansiyellerine güvenmeyi de öğrenirsek, dünya şimdikinden kat kat renkli bir yere dönüşür.
Çünkü çocuklar tarihin etkisiz elemanları gibi görünüp gösterilseler de, onlar da, etkilendikleri kadar etkilemişlerdir, etkilemeye devam ediyorlar. İnatla var kalmaya, oyun oynamaya, yaratıcı fikirler sunmaya, yaşamı her yönünden zenginleştirmeye, eğlenmeye, yetişkinlere pek çok şeyi sorgulatmaya devam ediyorlar. İyi ki, neyse ki öyle.

