Barbiana Okulu’ndan Sınıfta Kalanlara Mektup Var!

Miyase Sertbarut’un Sınıfta Kalanlar Okul Açtılar kitabını bitirdiğimde bir çağrışım demeti oluştu zihnimde. Kitaptan gözlerimi kaldırdığımda, çocuk kitaplarının fazlaca “pembeleştiği” bir zaman diliminde gerçekliğin tespitini yapan ve bununla da yetinmeyip bizi yeni serüvenlere ortak olmaya çağıran bu kitabı başka kişilerle de paylaşma isteğiyle doldum.

Barbiana Öğrencilerinden Mektup kitabı referans verilerek yazılan bu kitap sayesinde çocukların dünyasındaki gerçeklik algısına, düşünce ve dil evrenine 96 sayfalık keyifli bir dalış-çıkış yapmış oldum. Sonra da bu kitabı, yakın zamanda TÖP Marksist Pedagoji Okuma Grubu’nda okuyup tartıştığımız Ezilenlerin Pedagojisi’ne dair bir feyiz kitabı olarak yeniden okudum ve Çember dergi için de yazıya döktüm.

Ezilenlerin gerçekliği

Bugün eğitimdeki eleştirel bakışın ana zeminlerinin başında ‘‘Eğitim, toplumsal eşitsizliğin en belirgin görüngülerinden biri.’’ cümlesi geliyor. Burada ifade edilen şey Marksist terminolojide maddi yaşamın temelini ve görünür yansımalarını ifade eden önemli iki kavramla örtüşüyor: alt yapı ve üst yapı. Öncelikle altyapıdaki üretim ilişkilerinin yani egemenlik ilişkisinin üst yapıdaki kurumlara (kültür, sanat, hukuk, eğitim) yansıması. Tabii bir de üst yapıdan alt yapıya yapılacak basınç, oluşturulacak etki var. İşte bu etkiyi oluşturmak için üstyapıda, özel olarak da eğitim alanında mücadele etmek, çocukların özgürleşmesini çocuklarla birlikte inşa etmeye çalışmak oldukça değerli bir yerde duruyor. 

Çocuklar, adaletsizlikten nasibini en sert şekilde alıyor. Hapishanedeki çocuklardan evsizlere, çalışmak zorunda olan çocuklardan suça itilenlere, tacize ve istismara maruz kalanlara… Belki biraz daha “şanslı” olanlar okula gidebiliyor. Okulu, kestirmeden giderek iki yönden yaklaşıp çözümlemek bu yazı için uygun olur. Eğitim hakkı dediğimiz şeyin, işçi sınıfının iş günü, çalışma saati gibi kazanımlarıyla başa baş giden bir tarihi var. Onu, böylece bir kamusal hak olarak tarif etmek uygun düşer. Bir yandan da okullar mevcut düzenin işgücü ihtiyacını belli bir nitelikte gidermek için var. Ama okullar bugün öyle bir durumda ki, sermayenin ihtiyaçlarını bile karşılayacak kapasiteye erişemiyor. Kamusal hak olarak bile talep edildiğinde ‘‘hangi eğitim?’’ sorusuyla birlikte konuşmak zorunluluğu ortaya çıkıyor. Kaldı ki bizim anladığımız anlamda nitelikli bir eğitimi ortaya koymak… Bu niteliksizliği sadece muhalifler söylemiyor. Çocuklar, veliler, öğretmenler, bakanlık çalışanları, hatta milli eğitim bakanı koltuğundakiler bile dönem dönem dile getiriyor. Okulların adaletsiz hâlini. 

Gerçekten de okullardan herhangi birinde sadece yarım gün bile geçirmek bunu görmek için yeterli. Okullar, toplumdaki çarpıklığın ve adaletsizliğin net bir şekilde görülebileceği kurumlar. Okuldaki herkes de bunu bir biçimiyle görüyor. Çocuklar okul farklılıklarından sınıf içindeki konumlarına, teneffüsteki imkan eşitsizliğinden okul harici kültürel erişim imkanlarına, anadilinde eğitim sorunundan, kitap edinme, okula ulaşma, beslenmeye kadar pek çok konuda eşitsizliği yaşıyorlar. 

Konudan çok uzaklaşmadan kitaba geri döneyim. Sınıfta Kalanlar Okul Açtılar kitabı, bu eşitsizliğe büyüteçle bakıyor, dahası baktırıyor. Bakmanın sorumluluğunu da yerine getirerek mümkünlerin kıyısında gezdiriyor bizi. Kitabın beni en çok çeken tarafı bu: eşitsizlik ilişkisi içerisinde, insanın kendini eşitlikçi ilişkiler bağlamında yeniden nasıl inşa edebileceğine dair yollar araması ve önermesi. 

Kitaptaki, “kime ‘siz’, kime ‘sen’ dendiğini öğrenmek” gibi kod çözmelerden “çekingenliği saygı sanmak” gibi sınır durum tespitleri kadar, informel olarak öğrenilen geleneksel davranışlara dair tespitleri de güçlü bir alkışı hak ediyor. 

Cin korkusundan bahis açıldığında çocuk “Adını söyleme, 3 harfli de!” diyor.
Yıllar önce okuldan atılan Murat ağbi cevap veriyor: “3 harfin üzerine 29 harf ile gidersen asıl onlar korkar senden.” Aklıma Freire’nin güçlü çıkarımını geliyor: “Eğitim dünyayı değiştiremez, eğitim insanı değiştirir, insan ise dünyayı değiştirir.” Böyle dupduru ifadelerle düşünmenin ve yaşamdaki karşılıklarını tespit etmenin düşüncemizin sınırlarını genişlettiğini ve esnekleştirdiğini hissediyorum.

Kitabın dikkatimizi yönelttiği Levo, Cevo, Meyro, Yılo, Nesibe ve Sülo’nun hikâyesinde bir şekilde her birimizin çocukluğunda yaşadığı ya da gördüğü şeyleri okuyoruz. Daha da önemlisi bugünün çocuklarının hayatlarındaki gerçekliği okuyoruz, hem de eşit-özgür bir dünya kurulana kadar da benzer şekillerde devam edecek bir gerçekliği: Ezilenlerin gerçekliği.

Bu yazının iki amacı var: Birinci amaç olan ‘‘kitabın edinilmesine dair istek oluşturma’’ bölümünü bitirmiş oldum. Umarım ki merak oluşturup kitabı edinmeye ve dahası da okumaya dair sizi harekete geçirir. İkinci amaç ise, kitabı okuyanlar için bir çözümleme örneği oluşturması. Sonuçta asıl mesele çok ya da az okumaktan ziyade okuduğunla yüzleşmek. Hele de bunu kolektif bir biçimde yaparsak tadından yenmiyor. Birlikte okuma ve tartışma sayesinde her çift göz, başka gözlerden besleniyor.

Biz de bir grup arkadaş bu kitabı okuduk, çok beğendik, birbirimize zorla okuttuk :)) Ve sonrasında da kitabı altlık yaparak eleştirel pedagoji kavramları temelli bir buluşma yaptık. 

Not: Yazının bundan sonraki bölümü spoiler ve çıkarımlar içeriyor, dolayısıyla kitabı okuyanlar için yazıldı, bilginize.

Önce kitaptaki hikâyenin bölümlerini tespit etmek için, kitabı ciltlere ayırdığımızı hayal ettik. 

Hikâyeyi 5 bölüm şeklinde inceleyebiliriz:

  1. Köyden kasabaya geliş, kasabayı gözlemleme
  2. Babanın işe girişi, çocuktan beklenen ve beklenmeyen şeylerin ortaya çıkması
  3. Okul yaşamı ve okulla uyumsuzlukların giderek belirginleşmesi
  4. Karne günü, kaçma planları, Murat abiyle karşılaşma
  5. Yaz okulunun kuruluşu ve okula bambaşka bir özgüvenle dönüş

Akıştaki ayrımların oluşturulması önemli. Çünkü hikâyedeki düğümleri tespit etmek, aynı zamanda çatışma ve dönüşüm noktalarını da yakalamak anlamına geliyor. Akış bölümlemelerinden sonra kişileri çözümlemeye başladık. Çözümledikçe yazarın her bir çocuğa, özellikle de sistemin okul normları açısından ‘‘başarısız’’ olarak addedilen çocukların her birine başka bir yeti yüklediğini tespit ettik. Yani yazar bizi normlardan çocuklara bakmak yerine çocuklardan normlara yönelen bir bakışa götürüyor. 

Levo detayları fark edebilen bir çocuk. Sistemin çelişkilerini yaşamın içerisinden çekip çıkarıyor ve kodları çözüyor. İsmail, Levo’nun kuzeni. O da ‘‘başarısız’’ öğrencilerden olduğu için okulu bırakmış ama çaycılıkta iyi çünkü çok iyi hesap yapıyor. İnsan sormadan edemiyor: Matematik dersindeki dört işlemde neden ‘‘başarısız’’ olmuş olabilir? Meyro, sene sonunda sınıfta kalan çocuklardan. Güçlü bir kız çocuğu, evdeki sorumluluklarının onda oluşturduğu organizasyon becerisiyle arkadaşlarına da destek oluyor. Çok iyi futbol oynuyor. Celo, öğretmeninin beğenmediği, onun sözleriyle babasının da eğitim hayatını gözden çıkardığı ‘‘kalın kafalı’’ bir çocuk. Pidecide işe giriyor. Hayvanlarla arası çok iyi ve giderek de resim konusundaki becerisi öne çıkıyor. Yılo da bir arka sıra öğrencisi, ‘‘başarısız’’ bir çocuk. Olumsuz durumlardaki umursamaz esprileri çok güldürüyor. Elbette bu özelliği, bir baş etme biçimi olarak geliştirmiş. Sülo, öfkeli bir çocuk. Özellikle de şimdiye kadar ismi geçen çocukların dışındaki çocuklarla aynı ortama girmek istemiyor. Bir yandan da sistemin akışını çözümleyen vurucu cümleler ortaya çıkarıyor. Murat abi karakterini de unutmamak lâzım. O da yıllar önce ‘‘başarısız’’ olduğu için okuldan atılmış. Hurda topluyor. Tesadüfen karşılaştığı kitaplar sayesinde başka bir bilinç seviyesine ulaşmış ve bunu yaşamıyla birleştirip karne günü ‘‘başarısızlık’’ ve korku ile eve giden çocuklara önce ağbilik, sonra yoldaşlık yapıyor. Kitaptaki hikâyede bunlar dışında hurafelere inanan ama korkularını giderek dengeleyen Nesibe; ailesi varlıklı, çalışkan çocuk Berk; takdir almak için didinen Efecan, çocukların durumlarına kör bir öğretmen, aynı şekilde velilere kötü davranan, sözleri ve değerlendirmeleriyle onları özgüvensiz bırakan müdür yardımcısı; veli toplantısına bir kere gidip bir daha gitmek istemeyen Levo’nun annesi, tek çıkışın çocuğunun okul okuması olduğunu düşünen Levo’nun babası; öğretmenin çocuğu için söylediği ‘‘kalın kafalı’’ olma yakıştırmasını “Siz daha iyi bilirsiniz.” sözleriyle kabullenen Celo’nun babası gibi kişiler de var. 

Bu kişileri çözümledikten sonra hikâyeyi Freire’nin eğitbilimsel yaklaşımları ve kavramları ışığında incelemeye çalıştık. Özellikle de Ezilenlerin Pedagojisi kitabındaki yaklaşımını temel aldık.  

Bankacı eğitime karşı problem tanımlayıcı eğitim

Freire’nin teorisinin temelini oluşturan ezen-ezilen ikiliği ve karşıtlığını hikâyede belirgin bir şekilde görüyoruz. Ve hikâye boyunca ezenle özdeşlik kurmak yerine ezilenle özdeşlik kuruyoruz. Aynı zamanda ezilenin, ezenin yerini alması tehlikesine karşı (Berk’in yaz okula katılma isteğine karşı takınılan tavır)  Freire’nin “ezenin yerini alma” yerine “ezen-ezilen ilişkisini ortadan kaldırma” vurguları gözümüzün önüne geliyor. Hikâyedeki okul ve temel bileşenleri (öğretmen, müdür yardımcısı…) tam bir bankacı eğitim bekçisi. Bilgileri yığınak yapmak ve bu bilgiler üzerinden ölçüm yaparak çocukları başarılı ve başarısız diye tasnif etmek üzerine kurulu bir eğitim. Ezenlerin argümanını duyuyoruz öğretmenden, tembel oldukları için başarısız olduklarını söylüyor. Hikâyenin sonunda çocukların kurduğu yaz okulu ise Freire’nin bankacı eğitime karşı olarak konumlandırdığı problem tanımlayıcı eğitime denk geliyor. Orada yaşamsal ihtiyaçlar ve meraklardan hareketle, yine yaşamla köprüler kurarak öğrenen-öğreten ilişkisi biraz daha yataylaştırılarak bir eğitim denemesi yapılıyor. 

Öğretmen de ezilen aslında. Maaş karşılığında çoğu kez hiç de istemediği, heyecan duymadığı şeyleri yapıyor, muhtemelen kıt kanaat geçiniyor. Fakat aynı zamanda çocuklarla ve velilerle olan ilişkisinde ezen pozisyonuna geçmiş, yani Freire gibi söylersek ezene benzemiş, ezenle özdeşleşmiş. Levo’nun şu sözleri durumu özetliyor: ‘‘Ben çabalıyordum, keşke öğretmen de çabalasaydı.” 

Kurdukları yaz okulunda da herkesin herkesin öğretmeni olduğu bir öğrenme-öğretme faaliyetini hayata geçiriyorlar.

Yamalı bohça dil

Kitapta “idrak” meselesine dair sık sık monolog ve diyaloglar görüyoruz. Çocuklar içinde bulundukları haksız durumu çözümlüyorlar kitap boyunca. Kitabın sonunda ise kendilerine dair eksiklikleri idrak etmeye ve onarmaya başlıyorlar, yani kendilerini aşmaya çalışıyorlar. Burada aynı zamanda Freire’nin diğer kitaplarda derinine indiği “özgürleşme korkusu” kavramı da devreye girmiş oluyor. Bu korkuyu aşmak için kolektif mekanizmalar, dayanışma ve arkadaşlık/yoldaşlık imdada yetişiyor.

Hikâyede anadili sorununa dair ‘‘yamalı bohça’’ gibi güçlü imgeler görüyoruz. Aynı zamanda ‘‘anlamlı konusallık’’ meselesine de değen yerler var. Çocuklar Türkçe biliyorlar ama sınıfta konuşulan “beyaz Türkçe”yi anlamakta zorlanıyorlar. 

Yine kitapta Gramsci’nin yaptığı bazı eğitibilimsel vurguları da buraya taşımak mümkün. Sorumluluk-disiplin-zorlama-özgürleşme formülü bunların başında geliyor. Hikâyenin sonunda kurulan yaz okulunda, okulun tüm sorumluluğunu alan çocuklar için disiplin, dışarıdan zor yoluyla inşa edilen bir şey değil; doğrudan kendi ihtiyacını, isteğini süreklileştirmek için gereken bir durum haline geliyor. Kitap ayrıca kolektifin içerisinde özgürleştirici zorlamalar (Meyro’nun erkek çocukların da temizlik yapmasını sağlaması gibi) ve özgürleşmenin sancılarını kolektif zorlama ile aşmanın yolu üzerine kafa yormamızı sağlıyor. 

Kitabın kapanış cümlesi “Biz artık başka çocuklardık.” ile yeni kapılar açılıyor bize. İşte idrak ile açılan eleştirel düşünme yolunun kişiyi özgürleşmeye doğru eyleme geçirmesi, yani praksis ve çocukların praksisinin peşinde koşan bir kitap: Sınıfta kalanlar, okul açtılar.