Toplumsal gerçekliğin çocuk penceresinde tatlı sert bir rüzgar esiyor. Miyase Sertbarut, 20 yılı aşkın bir süredir sürdürdüğü inadı ve inancıyla, sesleri cılızlaştırılan çocukların hikayelerini kalemiyle bizlere taşıyor.
Sonda soracağımızı başta soralım: Çocuk edebiyatında sizin gibi “suya sabuna dokunmaktan çekinmeyen” çok az örnek var. Zira gerek edebiyatta gerek diğer sanatsal ve sosyal alanda çocukların toplumsal gerçeklikle ilişkisini adeta reddeden bir “çocuk dünyası” yaratılmakta. Siz bu duruma nasıl karşı durabildiniz?
Kitaplarımda çocukları toplumsal gerçekliğin içinde anlatmamın sanırım birden fazla nedeni var. İlki kendi çocukluğum olmalı. Ben büyürken (evin en küçük kızıydım) yanımda her şey konuşulurdu. Siyaset, ekonomik sorunlar, karpuz tüccarları, hibrit tohumlar, tarım kimyasalları, köylüler arasındaki çatışma, yeni karakol komutanı, gönül işleri… Ben bazılarını anlar ve elbette bazılarını anlamazdım. Anlamıyor olsam bile dinlemek hoşuma giderdi ve bir gün anlayacağımı düşünürdüm.
İlkokul sonlarında ve ortaokulda çokça okuduğum Kemalettin Tuğcu’nun kitaplarında da çocuklar gerçek dünyanın içine yerleştirilip anlatılıyordu. Çocukların yaşadığı dram zaman zaman abartılsa da hayatın zor yanları hakkında fikir veriyordu. Tuğcu’nun kitaplarında yoksul çocuklar vardı, çalışmak zorunda olan çocuklar vardı, kötü insanlarla karşı karşıya kalmış çocuklar vardı. Neyse ki kitapların sonunda işler düzelirdi.
Lise yıllarında ise Orhan Kemal’in kitapları karşıma çıktı. Hayatı en yalın, en gerçekçi cümlelerle anlatıyordu. Yoksul halkı, işçileri, öğrencileri toplumcu gerçekçi bir tutumla onların yanında yer alarak anlatıyordu. Hayranlık duyarak okumuştum. Orhan Kemal’in öyle yalın bir dili vardı ki çocuk da okusa anlardı.
Öğretmen olup Sivas’ın bir köyünde çalışmaya başladığımda da öğrencilerim herkesi eşit kılan sert bir iklimin ve yoksulluğun çocuklarıydı. Onlardan da çok şey öğrendim. İşte tüm bu yaşantı parçacıkları, gözlemler, okumalar elbette dünyaya ve edebiyata bakışımı biçimlendirdi. Yazmaya başladığımda doğal olarak tüm bunlar yazdıklarıma yansıdı.
Ben 10 yaş ve üzerinde olan çocukların eğer uygun bir dil ve kurguyla anlatılıyorsa her türlü konuyu anlayabileceği düşüncesindeyim. Okuma sürecinin üzerinden yıllar geçtikten sonra bile “Galiba o kitap şunu anlatıyordu.” diyerek taşların yerine oturacağı umudunu içimde taşırım. Yaşı daha küçük olanlara ise biraz daha steril yaklaşırım. İnsanlığın bir türlü çözüm bulamadığı meselelerle küçük bir çocuğun kafasını karıştırıp hayattan soğumasını istemem.
10 yaş üzerindeki çocuklar zaten çocuk yerine konmak istemezler. Kitabımı okuduktan sonra yorumları genellikle şöyle olur. “Sevdim ben bunu, hiç çocuk kitabına benzemiyor.”
Bir de şu var, ne anlatacaksam çocuklara sorumluluk yüklemeden anlatıyorum. Başka kitaplarda da dünya meseleleri var, örneğin iklim krizi, küresel ısınma ya da çevre kirliliği. Fakat yazar öyle anlatıyor ki sanki çocuklar bu meselelerle baş edebilirmiş gibi. Bu sorunlar çocukların mücadele edeceği ve üstesinden gelebileceği bir alan değil. Kim sorumluysa onları işaret etmek gerek. Tabii ki yetişkinler sorumlu; annesi, babası, öğretmeni, okul müdürü, hastane şefi, belediye başkanı, cumhurbaşkanı sorumlu. Ben kitaplarımda sorunu anlatıp sorumluyu da gösteriyorum. Çocukları süper kahraman ilan edip onlardan mucize beklemiyorum. Böyle olunca da elbette inandırıcı oluyor. Bir kitaptan en önemli beklentimiz de bu zaten, inandırıcı olması.
Yayınevinin tutumu da önemli. Pek çok yayınevi okulların listesine rahat girebilecek, kimsenin başını ağrıtmayacak kitapları yayınlamaya öncelik veriyor. Veya sosyal medya takipçisi fazla olan bir yazarın satış potansiyeli olduğunu düşünüp ona öncelik veriyor. Tudem bu açıdan beni destekledi, okuma listesine girer mi, girmez mi diye düşünmedi. Ama bir süre sonra pek çok kitabım, bu aykırı hâlleriyle listelere girmeye başladı. Bunda bazen çocuk okurların tercihi etkili oldu, bazen de öğretmenlerdeki çocuk edebiyatı algısı değiştiği için böyle oldu. Her ne olduysa iyi oldu.
Islahevlerindeki çocukların yaşadıklarına kapı aralıyorsunuz, beyin göçüyle sömürü düzeninin arasındaki ilişkiyi gözler önüne seriyorsunuz, Kendi deyiminizle “merhamet yorgunluğu uyandırmadan yoksulluğu” anlatıyorsunuz… Gerçeğin karanlık yanlarını böylesine açık ederken bu kadar umutlu yazmayı nasıl başarıyorsunuz?
Çünkü herkes gibi benim de umuda ihtiyacım var. Çocuklar için yazmak bu açıdan bir avantaj. Çünkü onlar savaşta da depremde de başka felaketlerde de gülmeye devam ederler; arkadaş edinmek isterler, oyun bitmesin isterler. Umudun kaybolmamasının bir nedeni de sizin yazar olarak iyinin yanında saf tutuyor olmanız. Böylece gerçek hayatta da bir şeylerin iyiye evrilebileceğini hayal edebiliyorsunuz. Yazmak, alternatif bir dünya arayışıdır. Umut yoksa zaten hiçbir arayışa girmezsiniz ne hayal dünyasında ne gerçek dünyada.
Gerçek hayatla sizin kitaplarınızdaki kurgu arasında çok ince bir çizgi bulunuyor. Öyle bir çizgi ki dışarı çıktığımızda ana karakterlerin gittiği okulu, yaşadığı evi parmağımızla işaret edebilirmişiz gibi düşünürken bir yandan da bu çocukları aslında tanımadığımızı ve okuduğumuza benzer bir olaya haberlerde bu şekilde rastlamadığımızı fark ediyoruz. Bunu sağlayan faktörlerden biri kitaplarınızdaki özellikle farklı sınıflardaki yetişkinlerin adeta siyahla beyaz kadar net ayrılması ve gerçek hayattaki çelişkinin kurgunuz sırasında adeta berraklaştırılması. Kapiland’ın Kobayları’ndaki Kapiland yetkilileri, Çöp Plaza’daki başhekim, Sınıfta Kalanlar Okul Açtılar’daki öğretmen gibi vahşi sömürüyü çocuklara anlatabilmeyi kolaylaştıran ‘kötü’ karakterlerin herhangi bir iyi yanını görmüyoruz hiç. Oysa gerçek hayat griliklerle dolu. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bunun cevabı kolay değil, sağlam bir de eleştiri var sorunun içinde. Ama kendimi şöyle savunabilirim. 😊
İnsanın çelişkilerle dolu iç dünyasını, çelişkilerle dolu davranışlarını tam bir gerçeklik içinde anlatmaya kalkarsam istediğim etkiyi uyandıramadığım gibi çocuğun iyi ve kötü karşısında alacağı tavrı da netleştirememesine yol açarım. Çocuk hayatta olduğu gibi kitapta da netlik arar, sınırları görmek ister, kiminle özdeşlik kuracağından emin olmak ister. Kötü karakterlerin sahip olduğunu varsaydığımız iyilik hâllerine kitapta yer verirsem çocuğun kötüye karşı da bir sempati geliştirmesine yol açmaktan korkarım. Olumsuz yanları olan birinin, suç işleyen birinin göle düşmüş bir kediyi kurtarmasını (gerçek hayatta elbette böyle şeyler olur) anlatırsam o karakterin iyi hâlden yararlanmasına yol açarım. Eğer ana olay buysa elbette anlatırım ama kitabın konusu bu değilse anlatmaya gerek yok diye düşünürüm.
Bir klinikteki başhekim, sorumlu olduğu alanla ilgili yanlış şeyler yapıyorsa onun yoksul bir hastayı para almadan muayene etmesi onu affetmemiz için bir neden olamaz. Fakat çocuğun yumuşamasına yol açar, sırf bu nedenden onu affeder. Ben bu bağışlanmayı hak etmediğini düşünüyorum. Bu yüzden kötü karaktere o şansı vermem.
Tabii kitabın ağırlık noktası ruh çözümlemeleriyse ya da kitap psikolojik roman kategorisine giriyorsa gri alanlarda rahatlıkla gezinebiliriz. Bunun için de hitap ettiğimiz okur 12 yaşın üzerinde olmalı diye düşünürüm. Tekrar etmiş olacağım ama kötü karakterin ruhunda iyilik avına çıkmak çocuğun kafasını karıştırmaktan başka bir işe yaramaz. Bu ancak yetişkinlerin hazmedebileceği hatta onların bile zor kabulleneceği bir durumdur.
Gri alanları iyi karakterler üzerinden vermek de mümkündür. Güçlü bir karakterin zayıf yanlarını gösterebilirsiniz. Mükemmel olmaya çalışan birinin kusurlarını da gösterebilirsiniz, bu samimi olur ve karakterin inandırıcılığını artırır. İdealist bir karakter okurun ulaşamayacağı bir düzeyde harika işler başarıyorsa çocuk onunla da özdeşim kuramaz. Bu nedenle iyi karakterleri hatalarıyla, yanlışlarıyla anlatmak, onun insan yanını öne çıkarmak karakterin hayattan biri olduğunu göstermek açısından yeterlidir.
Yuan Huan’da geçen “üstü çizili çocuklar” metaforu çok sınıfsal ve şiirsel. Bu kavramı biraz açabilir misiniz?
Üstü Çizilmiş Çocuklar öyküsü, Adıyaman’da bir çocuk tarafından bana hediye edildi. Ben de bütün üstü çizilmiş/çizilmemiş okurlara hediye ettim. Bu öykünün sonundaki fantastik bölüm hariç her şey kitapta anlattığım gibi yaşandı.
Henüz okumamış olanlara biraz bahsetmek isterim. Adıyaman’da Mezopotamya Kitabevi’nde oturuyordum, küçük çaplı bir imza etkinliğiydi. İçeri on yaşlarında bir çocuk girdi. Yanımıza yaklaştı, elinde bir kitabım vardı, bana uzattı. Aldım ve çocuğa adını sordum, söyledi. Ona hitaben bir şeyler yazıp kitabı geri verdim. Çocuk gitti ama yarım saat sonra elinde aynı kitapla geri geldi. “Bunu yanlış imzalamışsınız.” dedi. Aldım, ilk sayfayı açtım, neyi yanlış yazmışım diye baktım. Bir yanlışlık göremedim. Acaba adını mı yanlış yazdım diye adını sordum, o da doğruydu. Çocuk kitabın başka birine imzalanması gerektiğini, kendi kitabı olmadığını söyledi. Sonra çözüm yolunu kendisi önerdi. “Benim ismimin üstünü çizebilirsiniz.” Çocuğun bunu çok rahat söylemesi, kabullenişi, çizilen şeyin sadece bir isim olmadığını bana derinden hissettirdi. Bu üzücü diyaloğu not almıştım. Yıllar sonra Yuan Huan’ı oluştururken o çocuğu mutlaka bu kitaba dâhil etmeliyim, çocuğun intikamını da almalıyım diye düşündüm. İşte bu yüzden öykünün sonu öyle fantastik bitti.
Türkiye’de derinleşen çocuk yoksulluğuna bu öyküyle bir pencere açmış oldum. Öte yandan bu çocukların bir biçimde çıkış yolu bulabileceklerine dair umutlarını da tazelemek istedim.
Kitaplarınıza çokça konu olan yoksul çocukların yeterince ulaşabiliyor mu sizce yazdıklarınız? Sistemden kaynaklanan bu çelişkiyi nasıl ele alıyorsunuz?
Ne yazık ki büyük çoğunluğa ulaşmıyor. Belki bazı okul kütüphanelerinde vardır veya halk kütüphanelerinde. Onlara ulaşmasa da başka çocuklara ulaşması diğerlerinin de hayatını bir gün bir biçimde etkileyecek diye düşünüyorum. Bazen okur buluşmalarında bunu oldukça keskin görebiliyorum. Örneğin şöyle bir anım var: İstanbul’da gösterişli bir özel okuldaydık. Çocuklar Çöp Plaza’yı okumuşlar. Salonda sohbet ediyoruz. Bir çocuk söz istedi, oldukça öfkeliydi. “Biliyorum bize gerçekleri söylüyorsunuz ama bir kitabı böyle bitiremezsiniz! Hiç olmazsa kitabın içinde mutlu olsalardı.” dedi. Sonra da salonu terk etti. Çocuğun öfkesi kitabın yazarı olarak bana yönelmiş gibi görünse de aslında dünyadaki adaletsizliği kabullenmeyişin dışa vurumuydu. Zaten benim amacım da bu. Okurda empatiyi güçlendirmek, başkalarının başına gelmiş olan haksızlık karşısında susmamalarını sağlamak. Bu güçlü duygu bir gün doğru bir kanalda ilerler diye hayal ediyorum.
Günümüzde hâkim pedagojik yaklaşım “çocuğun göz hizasına inerek onunla konuşun” önerilerine indirgenmiş halde. Çocuğu savunmasız, korunmaya muhtaç görüyor, onunla iletişim kurarken apayrı bir dil kullanılması gerektiğini öğütlüyor. Oysa kitaplarınızdaki çocuklar yetişkinler gibi hatta belki daha çok eleştirel bakabiliyor ve kendileri için doğru kararlar verebildiklerini kanıtlıyor. Çocuğa dair bu bakışı nasıl edindiniz, daha da önemlisi bugünlere nasıl getirdiniz?
Eğer kitaptaki karakterler ortaokulun son yıllarında veya lisenin ilk yıllarındaysalar ergenlik döneminin de etkisiyle zaten her şeye eleştirel yaklaşırlar. Eh, her şeyi eleştirirsen bazıları tam isabet edecektir. Benimkilerde durum bazen böyle. 😊 Yani aslında çocuğun yaşı neyi gerektiriyorsa onu anlatıyorum. Biraz olgun görünüyorlarsa liseli olduklarındandır. Bazen şöyle de oluyor, çocuk büyümüştür ve geriye dönüşlerle yaşadıklarını anlatmaktadır. Bu benim de işimi kolaylaştıran bir teknik. Çünkü hem yetişkin gözüyle hem çocuk gözüyle anlatmama olanak verir. Örneğin Sınıfta Kalanlar Okul Açtılar’ın ilk baskılarında değil ama Tudem’de yayınlanmaya başladıktan sonra ufak tefek değişikliklerle öyle olmasını sağladım. Yani ben de yolda öğrendim. Yaptıkça, yazdıkça, yaşadıkça öğrendim. Bazen yerinde olmak istediğim bir karakter var ettim, o hem kendisi oldu hem benim adıma da zaman zaman konuştu. Birbirimize benzememiz de çok doğal çünkü en az altı ay arkadaşlığımız sürüyor o çocukla, yani yazma süresi boyunca. Ben ona yetişkinliği o bana çocukluğu anlatıyor olabilir. Yazmak sihirli bir süreç, mucizevi bir iç yolculuk ve işte bu yüzden tam olarak tanımlama, bu buradan geldi, şu şuradan geldi diye gerekçelendirmek zor.
Karakteri biçimlendirirken her şeyi olduğu gibi kabullenmesin istiyorum. Kuşku duysun, soru sorsun, eleştirsin, öfkelensin… Gerçek hayatta bazen öyle çocuklarla karşılaşıyorum ki sanki bu çağın çocuğu değilmiş gibi şaşırtıyor beni. Benim çocukluğumdan bile eski bir dönemin insanı gibi. Örneğin 11-12 yaşlarında bir kız çocuğu diyor ki bana kitaptaki şu karakter neden annesine karşı çıkıyor, neden ailesinin sözünü dinlemiyor. Bu soruyu soran çocuğun acaba nasıl bir hayatı var? Demek ki hiç karşı çıkmamış, demek ki ailesiyle hiç çatışma yaşamamış! Benim bakış açıma göre bu sağlıklı bir durum değil, çocuklarımız bizimle çatışmazsa dünya eskisi gibi dönmeye devam eder.
Gözlem ve araştırma gerektiren konular üzerine yazıyorsunuz. Kitapların üretim süreci nasıl geçiyor? Basılmadan önce, taslakları çocuklarla paylaşıp onlardan dönüş alıyor musunuz?
Yaşantım boyunca biriktirdiğim ne varsa elbette bana yol gösteriyor. Yazmaya karar verdiğim bir konu olduğunda bilgilerimi tazelemek ve yeni şeyler öğrenmek için çoğu zaman internette araştırma yapıyorum. Benzer konuyu işlemiş olan birkaç kitap okuyorum, ufkumu açacak bazı filmler izliyorum. Bu süreçte zaman zaman yazıyor, zaman zaman mola veriyorum. Kitapta yer alacak karakter benim için inandırıcı olmaya başladığında kendimi hazır hissediyorum. İşte o zaman yoğun bir yazma süreci başlıyor.
İlk sayfaların heyecanını önemsiyorum, hem kendim için hem okur için. Bazen bu heyecanı yakalayamıyorum, yeni bir şey söyleyemeyecekmişim gibi oluyor ve yazmayı bırakıyorum. Yazma sürecinin benim için de öğretici ve heyecanlandırıcı olmasını istiyorum. Öyle değilse zaman kaybı olarak görüyorum.
Taslakları çocuklarla paylaşmıyorum. Bir zamanlar kızım okurlarımın yaşındayken ona bahsederdim, ilk sayfaları okutur fikrini alırdım. Beğenirse yazma motivasyonum artardı. Bazen okul buluşmalarında çocuklara yazmakta olduğum son kitaptan bahsederim. Onları heyecanlandırıyor mu, ne düşünüyorlar biraz nabız yoklarım. Onlarda heyecan görürsem yazma süreci daha rahat geçiyor, bitirmek için sabırsızlanıyorum.
Dosya tamamlandıktan sonra yayınevine gönderiyorum ve sabırsızlıkla editörün okumasını bekliyorum. Ondan olumlu dönüş gelince bu kez kapak resminin nasıl olacağını merak etmeye başlıyorum. O da içime sindi diyelim, gerçek bir kitap olarak elime ne zaman alacağımı merak ediyorum. Tüm bunlar bir buçuk, iki yıl sürebiliyor. Kitabın dağıtım süreci başladığında ise gerçek eleştirmenlerin, yani okurlarımın düşüncesini merakla bekliyorum.
Çocukların, sistem bunu dayatsa bile fanusa sığmadığını ve zaten fanusta büyümemesi gerektiğini gerek kitaplarınızda gerek röportajlarınızda türlü şekillerde söylüyorsunuz. Çocukları bu fanusların dışına çekmek isteyen yetişkinlere bir edebiyatçı olarak neler önerirsiniz?
Okumak kendimizi, sınırlarımızı, başkalarını fark etmemizi sağlayan bir eylem. Yetişkinler kendileri kazanmamışsa bile çocuklarında okuma alışkanlığı oluşması için çaba harcamalı. İşler o zaman kolaylaşır; okumak bizi kolayca fanusun dışına çıkartır, üstelik en az riskle. Yetişkin olarak sizin çocuğa söylemeyi beceremediğiniz şeyleri kitap onunla arkadaş gibi, sırdaş gibi paylaşmayı bilir. Hani yazmak bir iç yolculuk demiştik ya, okumak da bir iç yolculuktur. Bu nedenle etkisi derindir, kalıcıdır. İnsandaki önyargıyı en kolay kitaplar ortadan kaldırır. Dünyaya sadece kendi penceremizden değil, başkasının penceresinden de bakmamızı sağlar. Fanusta yaşayanlar dünyadaki her şeyin kendi hizmetinde olduğunu düşünür, kitaplar ise başkaları da var, senin gibi onların da hakları var der. Bunu sloganlaştırmadan, anlatı sanatının, dil sanatının incelikleriyle yapar. Yetişkinler yapabiliyorsa çocukla aynı kitabı okuyup onun hakkında konuşarak kendi yetişkinlik fanusundan çıkmayı da denemelidir.
Kitapların dışında gidebileceğiniz her yere çocuklarla gidin. Pazar yerlerine de, arkadaş sohbetlerine de, bayrama da seyrana da onlarla gidin. Farklı insanlarla karşılaşmalarını sağlayın. Gözlem yapma fırsatı tanıyın.
Son zamanlarda ne yazık ki hem yetişkinlerin hem çocukların fanusu sosyal medya platformları. İlgi alanlarımız, beğenilerimiz dışında hiçbir şeyle karşılaşma şansımız kalmadı. Biz nasıl bir yankı odasındaysak çocuklarımız da kendi yankı odalarını oluşturdular. Kendi paçamızı o platformlardan kurtarırsak sanırım çocuklarımız için de bir şans doğar.
*Bu röportaj Ceylan Ekin Işık ve Gökçen Karaman tarafından Çember dergi için yapılmıştır.
